Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL
İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti - Saffet Köse

İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti

İndirimli Fiyat : 0,00 TL
9789753555296
362511
İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti
İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti
0.00

Din ve vicdan hürriyeti kavram olarak yeni ise de ihtiva ettiği anlam çerçevesindeki arayış oldukça eskilere uzanır. Bir toplum ya da bölgede hakim bulunan din veya mezhep dışında farklı tercihlerde bulunan insanlara karşı çeşitli saiklerle gerek devlet gerekse fertler düzeyindeki olumlu ya da olumsuz tavırlar önemini ve hassasiyetini sürekli olarak korumuştur. Günümüzde de farklı ülkelere göre değişik ölçülerde aktüalitesini muhafaza eden bir problem olarak karşımızda durmaktadır. İnsanın sosyal bir canlı olarak toplum halinde yaşama zorunluluğu, din duygusunun fıtrî bir gerçeklik olarak insanla beraber bulunması, insanın akıl ve irade sahibi bir varlık oluşu sebebiyle kendi tercihinden sorumlu olması doğal olarak farklı dine mensup toplumları, bir toplum içinde farklı dine inanmış insanları, bunlar arasında da o dinin normlarının farklı yorumlarından çeşitli ekolleri/akımları (mezhep, tarikat) ortaya çıkarmıştır. Din ve vicdan hürriyeti bu doğal farklılık içinde ortak bir noktada buluşma ihtiyacından doğmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in inanç özgürlüğü alanında getirmiş olduğu değerler, buna bağlı olarak Hz. Peygamber’in diğer inanç sahiplerine gösterdiği hürriyetçi tavır ve bu iki kaynağa bağlı olarak müslüman toplumlarda oluşmuş ve zengin tarihi tecrübe bu alandaki tartışmalara katkı sağlayacak niteliktedir. Bu çalışma ifade edilen çerçeveyi aşmayacak şekilde bir fikir edinme ihtiyacından doğmuştur.


HAKKINDA YAZILANLAR

Hürriyetlerin Hukuku: Fıkıh

Necmettin Kızılkaya, İnsan Hakları Araştırmaları Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 8, Ocak-Haziran 2007, Sayfa: 255-258

Saffet Köse’nin kaleme aldığı eser giriş, üç bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Köse “İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyetine Bir Bakış” başlığını taşıyan giriş bölümünde din duygusunun fıtri oluşu sebebiyle insanoğlunun tarih boyunca sürekli bir kutsala bağlanma duygusu hissettiğini ve dinin insan hayatına yön veren önemli bir olgu olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra Batı kültür tarihinde din ve vicdan hürriyeti probleminin ilk olarak Hıristiyanlıkla ortaya çıktığı değişik örneklerle izah edilmiştir. Bu bölümün sonunda din sorununun insan hakları düşüncesinin ortaya çıkması ve gelişim kaydetmesinde olumlu ve olumsuz etkileri bulunan önemli faktörlerden olduğu kaydedilmiştir.

Eserin birinci bölümü “Din ve Vicdan Hürriyeti Kavramı ve Unsurları” başlığını taşımaktadır. Köse bu bölümde din ve vicdan hürriyeti kavramını tahlil edip unsurlarını belirlemek amacıyla bu alanda yayınlanmış 1776 tarihli “Virginia Haklar Bildirisi”, 1789 “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”, 1948 “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ve 1950 tarihinde kabul edilen “Avrupa İnsan Hakları ve Temel Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme” gibi metinlere müracaat etmekte ve din ve vicdan hürriyetinin dört temel unsurunun bulunduğunu kaydetmektedir. Bunlar insanların istedikleri dini serbestçe seçebilmeleri (iman), inandıkları dinin kurallarını uygulayabilmeleri (amel), dinin eğitim ve öğretimini serbestçe yapabilmeleri ve sosyal birlik oluşturabilmeleri olarak ifade edilebilir.

“İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti” başlığını taşıyan ikinci bölümde, teorik olarak Kur’ân ve Sünnet’in din ve vicdan hürriyetiyle ilgili yaklaşımı ele alındıktan sonra İslam hukukçularının bu konudaki bakış açıları tespit edilmeye çalışılmış ve bunların, İslam toplumlarındaki uygulama alanları geniş örneklerle ortaya konmaya çalışılmıştır. Yazara göre Kur’ân-ı Kerim nâzil olduğu dönem ve şartlar itibariyle kendi iç bütünlüğü içerisinde oldukça orijinal sayılabilecek bir anlayışı hâkim kılmaya çalışmıştır. Kur’ân’a göre hak din İslam olmakla beraber insanlar İslam’a zorlanmamalı, din seçimi konusunda özgür bırakılmalıdırlar. Ancak apaçık hakikatleri görüp davet kendisine ulaştığı halde inanıp inanmama serbestisini kullanan insan, ahirette bunun sonuçlarına katlanmayı da göze almalıdır. Gerek Kur’ân’da ve gerekse hadislerde başka din mensuplarının mabetlerine hürmet ve onların korunmasına dair hükümler vazedilmekte; bir dini inanca mensup kişilerin kendi inanç sistemlerini şiddete başvurmamak şartıyla başka din mensuplarına anlatabileceğine dair ilkeler yer almaktadır. Tarihi süreç içerisinde İslam toplumunda yaşayan gayr-ı müslimlerin din ve vicdan hürriyetleri bu anlayış çerçevesinde sağlanmış; bunu temin etmek için de kendileriyle “zimmet antlaşması” yapılmıştır. Bu sözleşme gereğince devlet onların din ve vicdan hürriyetlerini, mabetlerinin korunmasını, can ve mal güvenliklerini, ırz, namus ve nesil emniyetini garanti eder, onlar da buna karşılık cizye verirler. Aynı zamanda bu antlaşma onları dış saldırılardan koruyan bir sözleşme niteliğinde olmayıp, muhtaç duruma düştüklerinde gözetilmelerini de gerekli kılan bir mukaveledir. Yine din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak gayr-ı müslimler özel hukuk alanlarında ve şahsi hakların hakim olduğu diğer hukuki meselelerde hukukî ve kazaî muhtariyete sahiptirler. Aralarında vuku bulan ihtilafları kendi mevzuatlarına göre çözüme kavuşturacaklar. Bunun sonucunda da onların, İslam hukukuna göre fasit veya batıl sayılan bazı hukukî muamelelerine müdahale edilemez.

Müellif, teorik çerçevesi Kur’ân, Sünnet ve fukahanın eserlerinde çizilen din ve vicdan hürriyeti anlayışının tarihi süreç içerisinde İslam toplumları tarafından nasıl uygulandığına dair birçok örnek bulunduğunu zikretmekte ve din vicdan hürriyetinin bütün unsurlarıyla Hz. Peygamber tarafından tatbik edildiğini Medine’de bulunan Yahudiler ve Necran Hıristiyanlarıyla olan münasebetlerle örneklendirmektedir. Daha sonra Hulefâ-i Raşidîn döneminden, Abbasiler’den, Selçuklular’dan ve Osmanlı devletinden konuyla ilgili örnekler zikretmiştir.

Yazar bu bölümün sonunda klasik literatürde gayr-ı müslimlerin din ve vicdan özgürlükleriyle ilgili bazı kısıtlamalardan bahsedildiğine işaret etmekte ve bu tür kısıtlamaların fıkıh bilginlerinin yaşamış oldukları dönemin sosyal ve siyasal şartlarından kaynaklanan ve işin özü ile ilgisi bulunmayan içtihadî hükümler olduğunu kaydetmektedir. Buna, fetih yoluyla elde edilen topraklarda gayr-ı müslimlerin yeni mabet inşa etmelerine fukahanın olumsuz yaklaşımını örnek vermekte ve fıkıh bilginlerinin bu tutumunun, fethedilen yerlerdeki gayr-ı müslim nüfusun Müslümanlığı tercih ve göçler sebebiyle azalmasına bağlı olarak yeni ibadethanelere ihtiyaç olmaması ile açıklanabileceğini dile getirmektedir.

Köse, “Din ve Vicdan Hürriyeti Açısından Cihad Kültürü ve İrtidad Suçu İle Namaz Kılmayanlar İçin Öngörülen Cezaların Değerlendirilmesi” başlığını taşıyan üçüncü bölümde, İslam’ın kendisine tabi olmayanlara tanımış olduğu din ve vicdan hürriyeti ile cihadın çelişki arzedip etmediği ve klasik fıkıh eserlerinde irtidad (dinden dönme) suçu ile namaz kılmayanlar için öngörülen cezaları din ve vicdan hürriyeti açısından tartışmaktadır. Müellifin, müslümanın kendisini ve dış dünyasını temel insani değerlerle donatma mücadelesi olarak tanımladığı cihadın gayesinin –Hz. Peygamber (s.a.v)’ın savaşları gözden geçirildiğinde– iddia edildiği gibi insanları kılıçtan geçirmek, onları dine sokmak ve ganimet elde etmek değil de meşru müdafa olduğu görülecektir. Cihad ayetleri ışığında Rasulullah (s.a.v)’ın savaşma sebeplerinin tarihi malumatlar çerçevesinde açıklanmaya çalışıldığı bu bölümde Onun (s.a.v), meşru müdafa, antlaşmaların bozulması ve gönderilen elçilerin öldürülmesi gibi nedenlerle savaştığı örneklerle açıklanmıştır. Hulefâ-i Raşidîn döneminden itibaren Müslüman toplumların cihad siyasetine dair birçok misal zikrettikten sonra Müslüman olmayan toplumların Müslümanlara karşı takındıkları tavırları da değişik dönemlerden örneklendirerek açıklamıştır.

Müellif, irtidad suçuna verilen cezanın din ve vicdan özgürlüğü ile ilgisini ilk dönemden örnekler çerçevesinde inceledikten sonra şöyle bir sonuca varmaktadır: mürtedin ölüm cezasına çarptırılması dininden dönmesi sebebiyle değil, ölümü gerektiren suçlar işlediği içindir. Nitekim İslam tarihinin ilk dönemlerinde meydana gelen dinden dönme hareketleri incelendiğinde ölümüne hükmedilen mürtedlerin, şüpheleri sebebiyle dinden çıkmış kendi halindeki inkârcılar olmadığı; bu tür hareketlerin siyasi karakter taşıdığı ve mürtedlerin İslam toplumuna savaş açan ve kamu düzenini bozan kimseler olduğu görülür. İrtidad cezasını ele aldıktan sonra, İslam hukukunun din ve vicdan hürriyeti ile ilgili ilkeleri ve ibadetlerin emredilmesindeki temel esaslarla fıkıh âlimlerinin namaz kılmayanlara öngördüğü cezaların ne ölçüde tutarlılık arz ettiğini irdelemiştir. Bu çerçevede önce namaz ve faziletiyle ilgili ayet ve hadisleri zikretmiş daha sonra namaz kılmayanların durumuyla ilgili rivayetleri ve fıkıh bilginlerinin bu konudaki ictihadlarını nakletmiştir. Fukahanın namaz kılmayanlara uygulanacak ceza hususunda delil olarak ileri sürdükleri hadislerin, namazın hem birey hem de toplum hayatında ifa ettiği rol sebebiyle onu terk etmenin ağır günahına dikkat çeken bir üsluba sahip olduğunu; hadislerde geçen küfür nitelemesinin de ıstılah manasıyla değil de nefsin arzularına uyma şeklinde mecazî olarak anlaşılması gerektiğini kaydetmiştir. Buradan hareketle, gerek Kur’ân’ın ve gerekse hadislerin namaz ibadetiyle ilgili ilkeleri, namaz kılmama cezasının ölüm gibi ağır bir müeyyide ile karşılanmasının tutarlı olmadığını gösterdiğini, fıkıh bilginlerinin bu konudaki yorumlarının tamamen yaşamış oldukları dönemin şartları çerçevesinde oluşan içtihadi yaklaşımlar olduğunu belirtmiştir. Bu görüşünü de tarihte namaz kılmadığı için öldürülen bir müslümanın olmamasıyla desteklemiştir.

Saffet Köse eserin “Sonuç” kısmında, inanç değerlerinin korunması, can güvenliğinin ve mal emniyetinin sağlanmasıyla neslin ve aklın korunması gibi esasların günümüz insan hakları teorilerinin ortak noktalarını ve omurgasını oluşturduğunu; bu değerlerin İslam hukukçuları tarafından bütün semavi dinlerdeki emir ve yasakların gayesi olarak belirtildiğini kaydetmiştir. İslam hukukçularına göre insan bu hakları herhangi bir dine veya ırka mensubiyetinden değil, insan olma şerefinden dolayı hak eder. Bu sebepten ötürü Kur’ân-ı Kerim getirdiği esaslarla, Hz. Peygamber de uygulamalarıyla başta din ve vicdan hürriyeti olmak üzere insanın insan olması sebebiyle sahip olduğu bu hakları din farkı gözetmeksizin herkese tanımış, Müslüman toplumlar da tarihî süreç içerisinde buna uygun hareket etmişlerdir.

  • Açıklama
    • Din ve vicdan hürriyeti kavram olarak yeni ise de ihtiva ettiği anlam çerçevesindeki arayış oldukça eskilere uzanır. Bir toplum ya da bölgede hakim bulunan din veya mezhep dışında farklı tercihlerde bulunan insanlara karşı çeşitli saiklerle gerek devlet gerekse fertler düzeyindeki olumlu ya da olumsuz tavırlar önemini ve hassasiyetini sürekli olarak korumuştur. Günümüzde de farklı ülkelere göre değişik ölçülerde aktüalitesini muhafaza eden bir problem olarak karşımızda durmaktadır. İnsanın sosyal bir canlı olarak toplum halinde yaşama zorunluluğu, din duygusunun fıtrî bir gerçeklik olarak insanla beraber bulunması, insanın akıl ve irade sahibi bir varlık oluşu sebebiyle kendi tercihinden sorumlu olması doğal olarak farklı dine mensup toplumları, bir toplum içinde farklı dine inanmış insanları, bunlar arasında da o dinin normlarının farklı yorumlarından çeşitli ekolleri/akımları (mezhep, tarikat) ortaya çıkarmıştır. Din ve vicdan hürriyeti bu doğal farklılık içinde ortak bir noktada buluşma ihtiyacından doğmuştur.
      Kur’ân-ı Kerîm’in inanç özgürlüğü alanında getirmiş olduğu değerler, buna bağlı olarak Hz. Peygamber’in diğer inanç sahiplerine gösterdiği hürriyetçi tavır ve bu iki kaynağa bağlı olarak müslüman toplumlarda oluşmuş ve zengin tarihi tecrübe bu alandaki tartışmalara katkı sağlayacak niteliktedir. Bu çalışma ifade edilen çerçeveyi aşmayacak şekilde bir fikir edinme ihtiyacından doğmuştur.


      HAKKINDA YAZILANLAR

      Hürriyetlerin Hukuku: Fıkıh

      Necmettin Kızılkaya, İnsan Hakları Araştırmaları Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 8, Ocak-Haziran 2007, Sayfa: 255-258

      Saffet Köse’nin kaleme aldığı eser giriş, üç bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Köse “İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyetine Bir Bakış” başlığını taşıyan giriş bölümünde din duygusunun fıtri oluşu sebebiyle insanoğlunun tarih boyunca sürekli bir kutsala bağlanma duygusu hissettiğini ve dinin insan hayatına yön veren önemli bir olgu olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra Batı kültür tarihinde din ve vicdan hürriyeti probleminin ilk olarak Hıristiyanlıkla ortaya çıktığı değişik örneklerle izah edilmiştir. Bu bölümün sonunda din sorununun insan hakları düşüncesinin ortaya çıkması ve gelişim kaydetmesinde olumlu ve olumsuz etkileri bulunan önemli faktörlerden olduğu kaydedilmiştir.

      Eserin birinci bölümü “Din ve Vicdan Hürriyeti Kavramı ve Unsurları” başlığını taşımaktadır. Köse bu bölümde din ve vicdan hürriyeti kavramını tahlil edip unsurlarını belirlemek amacıyla bu alanda yayınlanmış 1776 tarihli “Virginia Haklar Bildirisi”, 1789 “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”, 1948 “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ve 1950 tarihinde kabul edilen “Avrupa İnsan Hakları ve Temel Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme” gibi metinlere müracaat etmekte ve din ve vicdan hürriyetinin dört temel unsurunun bulunduğunu kaydetmektedir. Bunlar insanların istedikleri dini serbestçe seçebilmeleri (iman), inandıkları dinin kurallarını uygulayabilmeleri (amel), dinin eğitim ve öğretimini serbestçe yapabilmeleri ve sosyal birlik oluşturabilmeleri olarak ifade edilebilir.

      “İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti” başlığını taşıyan ikinci bölümde, teorik olarak Kur’ân ve Sünnet’in din ve vicdan hürriyetiyle ilgili yaklaşımı ele alındıktan sonra İslam hukukçularının bu konudaki bakış açıları tespit edilmeye çalışılmış ve bunların, İslam toplumlarındaki uygulama alanları geniş örneklerle ortaya konmaya çalışılmıştır. Yazara göre Kur’ân-ı Kerim nâzil olduğu dönem ve şartlar itibariyle kendi iç bütünlüğü içerisinde oldukça orijinal sayılabilecek bir anlayışı hâkim kılmaya çalışmıştır. Kur’ân’a göre hak din İslam olmakla beraber insanlar İslam’a zorlanmamalı, din seçimi konusunda özgür bırakılmalıdırlar. Ancak apaçık hakikatleri görüp davet kendisine ulaştığı halde inanıp inanmama serbestisini kullanan insan, ahirette bunun sonuçlarına katlanmayı da göze almalıdır. Gerek Kur’ân’da ve gerekse hadislerde başka din mensuplarının mabetlerine hürmet ve onların korunmasına dair hükümler vazedilmekte; bir dini inanca mensup kişilerin kendi inanç sistemlerini şiddete başvurmamak şartıyla başka din mensuplarına anlatabileceğine dair ilkeler yer almaktadır. Tarihi süreç içerisinde İslam toplumunda yaşayan gayr-ı müslimlerin din ve vicdan hürriyetleri bu anlayış çerçevesinde sağlanmış; bunu temin etmek için de kendileriyle “zimmet antlaşması” yapılmıştır. Bu sözleşme gereğince devlet onların din ve vicdan hürriyetlerini, mabetlerinin korunmasını, can ve mal güvenliklerini, ırz, namus ve nesil emniyetini garanti eder, onlar da buna karşılık cizye verirler. Aynı zamanda bu antlaşma onları dış saldırılardan koruyan bir sözleşme niteliğinde olmayıp, muhtaç duruma düştüklerinde gözetilmelerini de gerekli kılan bir mukaveledir. Yine din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak gayr-ı müslimler özel hukuk alanlarında ve şahsi hakların hakim olduğu diğer hukuki meselelerde hukukî ve kazaî muhtariyete sahiptirler. Aralarında vuku bulan ihtilafları kendi mevzuatlarına göre çözüme kavuşturacaklar. Bunun sonucunda da onların, İslam hukukuna göre fasit veya batıl sayılan bazı hukukî muamelelerine müdahale edilemez.

      Müellif, teorik çerçevesi Kur’ân, Sünnet ve fukahanın eserlerinde çizilen din ve vicdan hürriyeti anlayışının tarihi süreç içerisinde İslam toplumları tarafından nasıl uygulandığına dair birçok örnek bulunduğunu zikretmekte ve din vicdan hürriyetinin bütün unsurlarıyla Hz. Peygamber tarafından tatbik edildiğini Medine’de bulunan Yahudiler ve Necran Hıristiyanlarıyla olan münasebetlerle örneklendirmektedir. Daha sonra Hulefâ-i Raşidîn döneminden, Abbasiler’den, Selçuklular’dan ve Osmanlı devletinden konuyla ilgili örnekler zikretmiştir.

      Yazar bu bölümün sonunda klasik literatürde gayr-ı müslimlerin din ve vicdan özgürlükleriyle ilgili bazı kısıtlamalardan bahsedildiğine işaret etmekte ve bu tür kısıtlamaların fıkıh bilginlerinin yaşamış oldukları dönemin sosyal ve siyasal şartlarından kaynaklanan ve işin özü ile ilgisi bulunmayan içtihadî hükümler olduğunu kaydetmektedir. Buna, fetih yoluyla elde edilen topraklarda gayr-ı müslimlerin yeni mabet inşa etmelerine fukahanın olumsuz yaklaşımını örnek vermekte ve fıkıh bilginlerinin bu tutumunun, fethedilen yerlerdeki gayr-ı müslim nüfusun Müslümanlığı tercih ve göçler sebebiyle azalmasına bağlı olarak yeni ibadethanelere ihtiyaç olmaması ile açıklanabileceğini dile getirmektedir.

      Köse, “Din ve Vicdan Hürriyeti Açısından Cihad Kültürü ve İrtidad Suçu İle Namaz Kılmayanlar İçin Öngörülen Cezaların Değerlendirilmesi” başlığını taşıyan üçüncü bölümde, İslam’ın kendisine tabi olmayanlara tanımış olduğu din ve vicdan hürriyeti ile cihadın çelişki arzedip etmediği ve klasik fıkıh eserlerinde irtidad (dinden dönme) suçu ile namaz kılmayanlar için öngörülen cezaları din ve vicdan hürriyeti açısından tartışmaktadır. Müellifin, müslümanın kendisini ve dış dünyasını temel insani değerlerle donatma mücadelesi olarak tanımladığı cihadın gayesinin –Hz. Peygamber (s.a.v)’ın savaşları gözden geçirildiğinde– iddia edildiği gibi insanları kılıçtan geçirmek, onları dine sokmak ve ganimet elde etmek değil de meşru müdafa olduğu görülecektir. Cihad ayetleri ışığında Rasulullah (s.a.v)’ın savaşma sebeplerinin tarihi malumatlar çerçevesinde açıklanmaya çalışıldığı bu bölümde Onun (s.a.v), meşru müdafa, antlaşmaların bozulması ve gönderilen elçilerin öldürülmesi gibi nedenlerle savaştığı örneklerle açıklanmıştır. Hulefâ-i Raşidîn döneminden itibaren Müslüman toplumların cihad siyasetine dair birçok misal zikrettikten sonra Müslüman olmayan toplumların Müslümanlara karşı takındıkları tavırları da değişik dönemlerden örneklendirerek açıklamıştır.

      Müellif, irtidad suçuna verilen cezanın din ve vicdan özgürlüğü ile ilgisini ilk dönemden örnekler çerçevesinde inceledikten sonra şöyle bir sonuca varmaktadır: mürtedin ölüm cezasına çarptırılması dininden dönmesi sebebiyle değil, ölümü gerektiren suçlar işlediği içindir. Nitekim İslam tarihinin ilk dönemlerinde meydana gelen dinden dönme hareketleri incelendiğinde ölümüne hükmedilen mürtedlerin, şüpheleri sebebiyle dinden çıkmış kendi halindeki inkârcılar olmadığı; bu tür hareketlerin siyasi karakter taşıdığı ve mürtedlerin İslam toplumuna savaş açan ve kamu düzenini bozan kimseler olduğu görülür. İrtidad cezasını ele aldıktan sonra, İslam hukukunun din ve vicdan hürriyeti ile ilgili ilkeleri ve ibadetlerin emredilmesindeki temel esaslarla fıkıh âlimlerinin namaz kılmayanlara öngördüğü cezaların ne ölçüde tutarlılık arz ettiğini irdelemiştir. Bu çerçevede önce namaz ve faziletiyle ilgili ayet ve hadisleri zikretmiş daha sonra namaz kılmayanların durumuyla ilgili rivayetleri ve fıkıh bilginlerinin bu konudaki ictihadlarını nakletmiştir. Fukahanın namaz kılmayanlara uygulanacak ceza hususunda delil olarak ileri sürdükleri hadislerin, namazın hem birey hem de toplum hayatında ifa ettiği rol sebebiyle onu terk etmenin ağır günahına dikkat çeken bir üsluba sahip olduğunu; hadislerde geçen küfür nitelemesinin de ıstılah manasıyla değil de nefsin arzularına uyma şeklinde mecazî olarak anlaşılması gerektiğini kaydetmiştir. Buradan hareketle, gerek Kur’ân’ın ve gerekse hadislerin namaz ibadetiyle ilgili ilkeleri, namaz kılmama cezasının ölüm gibi ağır bir müeyyide ile karşılanmasının tutarlı olmadığını gösterdiğini, fıkıh bilginlerinin bu konudaki yorumlarının tamamen yaşamış oldukları dönemin şartları çerçevesinde oluşan içtihadi yaklaşımlar olduğunu belirtmiştir. Bu görüşünü de tarihte namaz kılmadığı için öldürülen bir müslümanın olmamasıyla desteklemiştir.

      Saffet Köse eserin “Sonuç” kısmında, inanç değerlerinin korunması, can güvenliğinin ve mal emniyetinin sağlanmasıyla neslin ve aklın korunması gibi esasların günümüz insan hakları teorilerinin ortak noktalarını ve omurgasını oluşturduğunu; bu değerlerin İslam hukukçuları tarafından bütün semavi dinlerdeki emir ve yasakların gayesi olarak belirtildiğini kaydetmiştir. İslam hukukçularına göre insan bu hakları herhangi bir dine veya ırka mensubiyetinden değil, insan olma şerefinden dolayı hak eder. Bu sebepten ötürü Kur’ân-ı Kerim getirdiği esaslarla, Hz. Peygamber de uygulamalarıyla başta din ve vicdan hürriyeti olmak üzere insanın insan olması sebebiyle sahip olduğu bu hakları din farkı gözetmeksizin herkese tanımış, Müslüman toplumlar da tarihî süreç içerisinde buna uygun hareket etmişlerdir.

      Stok Kodu
      :
      9789753555296
Kapat